Şurumşineler
- Tuğbanur Eroğlu

- 2 Kas
- 2 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 16 Kas

Benim bir arkadaşım var, adı Nurşen.
İsmiyle tam uyumlu bir insan kendisi. Etrafına ışık saça saça gezen, neşe yayan, doğaya, gökyüzüne, hayvanlara aşık, zeytin ağaçları için savaşan, deprem bölgelerinde yemek dağıtan, kısacası “yaşam”ın her formuna sevgiyle dokunan bir insan. Ama onu en çok etkileyici kılan, bütün bunları öfke, isyan ya da çaresizlikle değil; neşe ve sevgiyle yapması. Çünkü gerçek iyilik, yalnızca eylemle değil, niyetle de titreşir. Nurşen’in niyeti ise hep saf, içten ve ışıklı. Bu yüzden ona hayranım. Hayran olmakla kalmıyor, ondan öğreniyorum da.
Aramızda geçen gözlerimiz yaşarana kadar güldüğümüz dialoglar dışında, iki unutulmaz anımız var. Biri, Los Angeles’ta yaptığımız 30 kilometrelik bisiklet turu. Ama öyle sıradan bir tur değil; bisikletin sepetini yolda bulduğumuz sukulentlerle doldurup, yoruldukça denize girip dinlendiğimiz, tuzlu saçlarımızla güneşin altında kahkahalar attığımız bir turdu bu. Sukulentler hala benim balkonu, onun da terasını süslüyor.
Diğer anımızsa, bir yaralı kumru ile başladı. Onu yolda buldum; minicik, titrek bir can. Sabah’ın yedisi Nurşen’le birlikte hemen bir kafes almak için Sirkeci’ye koşturduk. Mısır çarşısında yaşlı bir Alzheimer teyze karşımıza çıktı, yardım etmeye çalışırken kendimizi bir devriye aracında, Tarlabaşı’nda teyzenin evine giderken bulduk. O gün, insanın amacından sapmasının bazen asıl “amacı” olduğunu öğrendim. Çünkü iyi niyetle yola çıkan hiçbir adım boşa düşmüyor, sadece yön değiştiriyor.
Ama asıl anlatmak istediğim anı, yukarıdaki resmimin ismine ilham olan hikaye. Bilmeyenler için küçük bir not: bir dönem yaptığım resimleri mama karşılığı takas ediyordum. Şuanda da gelirin %30unu patililer için harcıyorum. Sanat, sevgiyle birleşince bambaşka bir şifa aracına dönüşüyor çünkü. Şimdi gelelim resmimizin hikayesine…
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, pireler berber iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken iki tane “Şurumşine” varmış. (Lazca’da canımın içi demek)
Bir gün kendi aralarında konuşurken “Her insan bir müzik aleti çalmalı,” demişler. Biri kemanı seçmiş, diğeri astımı olduğu için “ben üflemeli bir şey çalayım” demiş. Ama sonra, tıpkı çoğumuzun hayatın koşuşturmasında unuttuğu hayaller gibi, bu söz de zamanla unutulmuş.
Derken yıllar sonra o “üfürüklü bir şeyler” çalmak isteyen Şurumşine, diğerine keman çalışmaya söz vermesi için benim bir resmimi hediye etmek istemiş.
Karşılığında da 40 kiloya yakın kedi ve köpek maması bağışlamışlar. Mamalar, Çanakkale’deki Kepez patileri barınağına gitmiş.
O gün, bir resim; bir söz; bir iyilik, dalga dalga çoğaldı. Ve ben o anda şunu derinden hissettim: Mutluluk bir zincir değil, bir domino taşı. Birinin attığı sevgi hareketi, hiç tanımadığı başka bir kalpte yankılanıyor. İyilik, aktarılmak için yaratılmış bir enerji. Ne kadar paylaşırsak, o kadar büyüyor.
Bu olayın üzerinden altı yıl geçti.
O iki Şurumşine müzik aletlerini çaldılar mı bilmiyorum. Ama eminim ki o resim, bir yerlerde hâlâ küçük bir titreşimle yaşamı güzelleştirmeye devam ediyor. Tıpkı Nurşen’in yaptığı gibi…
Belki de yaşamın özü bu kadar basit:
Birinin kalbine dokun, gün gelecek sana bambaşka bir yerden, bambaşka bir elden mutlaka ama mutlaka dokunacak. 🌱








Yorumlar