top of page

Ben Kimim

  • Yazarın fotoğrafı: Tuğbanur Eroğlu
    Tuğbanur Eroğlu
  • 3 Kas 2024
  • 7 dakikada okunur

Güncelleme tarihi: 16 Kas

ree

Kulağa basit geliyor ama inanın, cevabını aramaya kalkınca hayatın altı üstüne gelebiliyor :)


Geçen sene tam da bu tarihlerde, sevgili hocam Mehmet Levent Ünal’ın Türkiye’de ilkini düzenlediği Spiritüel Uyanış Teknikleri Sempozyumu’nda dört gün boyunca bu sorunun peşine düştük. Ruhsal meseleler zaten deneyimlenmesi gereken meselelerdir. Kolay kolay anlatılamaz; yaşanır, sindirilir, sonra bir gün bir yerden sızar. Benim için o sızma noktası hep resim ve müzik olmuştu. Yazmaksa yeni yeni cesaret ettiğim bir alan. Bu yazı da biraz o yüzden yıllar önce yaptığım resimle özdeşleştirdiğim garip bir karışım: hem deneyim, hem iç dökme, hem de “beynim yandı ama güzeldi” hissi :)


Peki “Ben Kimim?” Tekniği Nasıl Uygulanıyor?


Öncelikle nasıl bir kamp olacağı hakkında asla bilgi vermeyen, oda arkadaşlarımızı bile bize seçtirmeyen sevgili sürpriz sever Levent Hocamız, bizi dört Zen ustasıyla tanıştırdı. İlk gün, Zen ustalarımız Luke, Martin, Matthew ve Chris tekniği detaylıca anlattılar. Basit gibi ama bir o kadar da sarsıcı bir yöntem.


Önce hepimize 45 dakikalık bir hazırlık süresi verdiler:

Telefonlar kapatılacak, sevdiklerimize “4 gün boyunca bana ulaşamayacaksınız, acil bir durum olursa Levent hocaya yazın” mesajı atılacak. Müzik dinlemek, yazmak, kitap okumak, konuşmak, hatta not almak, günlük tutmak bile yasak.


Sabah 6’da uyanıyoruz. Güne kısa bir tai chi seansı ile başlıyoruz; sonra sessizlik başlıyor. İki kişi karşılıklı oturuyoruz. Karşımızdaki kişi sadece bir soru soruyor: “Sen kimsin? Bana kim olduğunu söyle.” Sen de aynı anda kendine dönüp soruyorsun: “Ben kimim?”


Ve konuşmaya başlıyorsun… Düşünmeden, planlamadan, mantık kurmadan. İçinden ne geliyorsa o. 5 dakika boyunca anlatıyorsun. Karşındaki sadece dinliyor. Sonra roller değişiyor. 40 dakikalık bir döngü. Her döngü bittikten sonra 5 dakika ara, sonra başka biriyle aynı süreç. Dört gün boyunca ortalama kırk kişiyle yüzleşmiş oluyorsun. Sabah 6’dan gece 11:30’a kadar…Yemekte ve tek başına yapılan doğa yürüyüşlerinde bile “Ben kimim?” diye düşünüyor, etrafı bu soruyla gözlemliyorsun.


İlk duyduğumuzda çoğumuzun yüz ifadesi “Yok artık!”tı tabii :)) Ama zamanla kelimeler döküldükçe, sessizlik derinleştikçe zihnin perdesi aralanmaya başlıyor. Kimi ağladı, kimi sustu, kimi güldü. Kulağa delilik gibi geliyor biliyorum ama o deliliğin içinde insan kendine belki de ilk kez bu kadar net rastlıyor. Bu yazı, o dört günün zihnimde bıraktığı yankının özeti gibi bir şey. Okurken biraz tuhaf hissedebilirsiniz ama inanın, güzel bir tuhaflık bu :)


***********


Ben Kimim?


Ben bir kadınım. Öncelikle insanım. Hostesim; uçmayı, dünyayı gezmeyi, insan tanımayı seven biriyim. Müzisyenim. Kendimi ifade edemediğimde sarıldığım gitarım, neşemi yansıtan enstrümanlarım var. Ayrıca ressamım. Renklere bayılan… Evim, hayatım rengârenk. Renklerden en çok yeşilim. Ya da şu sıralar mavi. Karar veremedim. Galiba her rengim. Yani beyazım.


Sevgiliyim ben.

Sevgiyle, sevgimle büyüyen, büyüten, gelişen ve geliştiren. Çocuğum; üzülünce ailesine koşa koşa giden. Ablayım, anneyim… Hatta babayım da. Bakım vermeyi seven. Anne olmak için illa çocuk sahibi olmaya gerek yok. Bitkilere, hayvanlara, insanlara, yaşayan her canlıya hizmet etmeyi seven biriyim. Ama çok vericiyim. Alma-verme dengemi bazen bozuyorum. Ya da bozmuyorum; belki de benim dengem böyledir. Belki vermem gerekiyordur. Belki de geçmiş yaşamlarımda neler yaptıysam, şimdi diyetini ödüyorumdur. Sistemin matematiği 2+2=4 olsaydı eğer, tüm kadim öğretilerde hesaplar teraziyle ölçülmezdi.Belki ben terazime bir kilo fazlayla gelmişimdir. Vererek eşitliyorumdur. Belki de tüm canlıları sevişim, bir zamanlar zarar vermiş olduğumdandır.


Ben kimim?

Ben sevgi dolu biriyim. Bazen sinirli, bazen mutlu, bazen huzurlu, bazen kızgın. Acaba duygularımın yaşattığı hislere mahkûm biri miyim? Yoksa onları yönetebilen mi?


Ben kimim?

Dışarıda ağaçları görüyorum. Ben ağacım! Tuğba’yım. Cennette bir ağaç… Dalları ters duran. O yüzden mi yere değil de havaya köklendim acaba? Belki de ben dünyaya değil, boşluğa, havaya, etere köklenmişimdir. Belki de doğam budur. O yüzden aklım, fikrim, mesleğim bile havadadır.


Ormanım ben.

İçimde bir sürü canlının olduğu; kurdun, sincabın, kaplumbağanın yaşadığı, bazen içinde fırtınalar kopup yangınların çıktığı, ama yine de küllerinden doğan bir ormanım ben.


Ben kimim?

Bhagavad Gita’da kökleri ters duran bir ağaçtan bahseder. Hint felsefesinde de varmış. Okuyunca şaşırmıştım. Köklerinin ters oluşu, bizim onun sadece cennetteki yansımasını görebildiğimiz içindir. Yani aynadan, sudan yansımasını. Aristoteles’in mağara metaforu gibi.


Ben kimim?

Gerçek miyim, yoksa bir rüyanın içinde miyim? Karşımda oturan benim aynamsa, gördüğüm şey ağacın tersi mi yoksa düzü mü? Karanlık mı, aydınlık mı? Gölgem mi yoksa kendim mi? Boş konuşuyor… Ben de mi boş konuşan biriyim? Evet! Tabii ki evet! Ben buradaki herkesim ve her şeyim.


Ben kimim?

Yürürken bir kirpi gördüm. Ben kirpiyim; sınırlarını korumayı öğrenmiş biri. Salyangozum ben, dört aydır beslediğim. Bana “yavaşla” diyen, beni bir Zen tapınağına getiren. Salyangozlar sağır olurmuş. Benim de sol kulağımda duyma kaybı var. Belki de yakınlarımın hep şikâyet ettiği gibi dinlemeyi bilmeyen biriyim gerçekten ve burada dinliyorum. Hocalarımı, arkadaşlarımı, doğayı, şehri dinliyorum. Dinlemeyi öğrenen biriyim. Şartlara göre hem dişi hem erkek rolüne bürünürmüş salyangozlar. Yeri geldiğinde hem dişilimi hem erilimi çalıştırıyorum. İkisini de ayrı seviyorum.


Kimim ben?

Bir keçi gördüm yürüyüşte. Keçiyim ben. İnatçı. İnadı uğruna istemediği şeyler yapan. Günah bile işleyen. Keçileri dut yapraklarıyla besledik Buket’le. Sessizce. Bugün onun yazısını okudum: “Keçilerinin kaçmasını istemiyorsan, besle, iyi anlaş.” Sevdim bunu.


Ben kimim?

Tapınağım ben. Şehre tepeden bakan. Tapınakların yaratıcıya yakın olmak için dağlara kurulduğunu düşünürdüm. Yemek yerken, bu sessizliğin içinde şehre bakarken anlıyorum ki, belki de madde dünyasını gözlemleyebilmek içindir.


Sesler duyuyorum: araba, köpek, eşek, horoz sesleri… Arada odun kırma, çalışma sesleri. Aklıma Age of Empires geliyor. “Emret! Oduncu!” Günde sekiz saat sessiz sedasız oynadığım bir oyunun içindeyim. Şehre tepeden bakan…


Bir kuş uçuyor. Kuşlar bence zorunlu olmasalar uçmak istemezlerdi. Zaten ne zaman kuş görsem, zorunlu olmadıkça hep yürüyorlar. Boşuna imreniyoruz kuş gibi özgür olmaya. Belki de onların mahkûmiyeti uçmalarıdır.


Kimim ben?

Mucizelerle dolu biriyim. Kendi hayatını mucizelerle yaratan, ağzından çıkanın tezahür ettiği, her çözdüğü şeyde ödüllerini alan, dünyası hazine avı gibi olan biriyim. Dokunduğuna ilham olan.


Ben kimim?

Gözümü kapatınca mantar görüyorum. Galiba gitgide deliriyorum. Kontrollü bir şekilde ve profesyonel bir teknikle delirtiliyoruz. Mantarlar, dünyadaki tüm ağaçların iletişimini sağlayan güzel bir yaşam formu. Bir ağaçtan bilgiyi alıp diğerine ileten; dünyanın koca bir iletişim ağını kuran, bilgiyi yayan! Ben mantarım. “Mantar kafa” diye küfür ederken bir kez daha düşüneceğim. Hatta yeni iltifatım bu olsun: Mantar kafa!


Ben kimim?

Sırtıma ağrı saplandı. Gitgide yayılıyor. Gözlerim kaşınıyor. Sinir katsayım artıyor. Ben kimim? Boşluktayım. Konuşmak gelmiyor içimden. Sanki bir kuyu kazmışım, derinleştikçe balçıklara doğru gidiyorum. Bu zamana kadar tüm düşündüklerimi ve söylediklerimi düşünüyorum, ama başka bir şey bulamıyorum.


İsteksizce daha önce söylediklerimden bazılarını tekrarlıyorum. “Ben kimim?” sorusuna abuk sabuk cevaplar vermişim. Kim olduğum değil, ne olduğumdan başka bir şey bulamıyorum. Levent Hoca’nın yanına gidip kas gevşetici istiyorum. “Sen önce bir oradan buradan bahsetmeyi bırak, kim olduğunla yüzleşemedikçe daha çok ağrı çekersin.” diyor. İyice sinirleniyorum!


Ben kimim?

Gözlerim kaşınıyor. Neyi görmeyi reddediyorum? Sürekli hapşuruyorum. Zaten alerjik birisiyim. Her dyad başlangıcında hapşuruk tutuyor. Sanırım insana alerjim var. Ben bu dünyadan değilim. Burayı deneyimlemeye gelmiş, geldiği yeri özleyen biriyim. Hatta o kadar gelmişim ki, her şey elimden geliyor. Yapamadığım şey yok. Yürüyen yeteneğim. Resim, müzik, tüm sanatlar, tüm sporlar, tamir işleri…Ben İsviçre çakısıyım.


Ben kimim?

Ağlamak istiyorum. İçime hüzün ve sinir oturuyor. Acaba intihar etmek isteyenler ya da edenler, yaşadığı üzüntüyle baş edememiş, annesine ya da babasına koşturarak geri dönmek isteyen küçük çocuklar mı?


Ben kimim?

Sırtımda çıldırtan bir ağrı var. Sıcak basıyor. Karşımdaki beni dinlemiyor. Her hâlinden belli. Gitgide sinirleniyorum. İçimdeki öfke her yanımı sarıyor. Umursanmayınca nasıl da öfkeleniyorum! Kendime engel olamıyorum. Kimim ben? Kime öfkeliyim? Kendime mi, karşımdakine mi? Yani yine kendime!


İtiraz edemiyorum. Normalde elimi kaldırıp “Tekniği uygulamıyor.” demem lazım ama yapamıyorum. Neden herkese, her şeye sınırsız tolerans gösteriyorum? Sırt ağrım sanki içimden bir kurt adam çıkacakmışçasına yayılıyor. Havayı kokluyorum.


Kimim ben?

Şebnem Ferah’ın şarkısı gibi: Sustuklarım mıyım, söylediklerim mi? Neyden kaçıyorum? Neyi göremiyorum?


Kimim ben?

Avının kokusunu almış bir kurt gibiyim. Durdurulamıyorum. Asla durduramıyorum öfkemi. Gözümü kapatınca bir karartı görüyorum. Bir çocuk var sanki, öğrenilmiş çaresizlikle o karartının altında çömelmiş. Bir yerler yanıyor.


Ben kimim?

O çocuk mu yoksa karanlık mı? Ben karanlığım. Zarar vermişim. Canlılara, ağaçlara, hayvanlara… Belki de doğaya hizmet etmem bu yüzden. Barınaklara mama bağışına, fidan bağışına resim takas etmem bu yüzden. Canlıya zulüm eden insanlara sinirlenmemem lazım belki. Çünkü benim de onlardan farkım yokmuş.


Ben kimim?

Karşıma biri oturdu. Küçük bir çocuk oldu resmen ve ağlıyor. Sabah gördüğüm görüdeki çocuk! Şoktayım. Neyin içindeyim? Neler oluyor? Arkadaşını, hayvanını öldürmüş biri… Konuşma sırası bana geçince hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Utanıyorum. Özür diliyorum. Ağrılarım, boynumun tutukluğu bıçak gibi kesiliyor. Nasıl olur!


Ben kimim?

Zorbayım, utanç doluyum, günahkârım.Bu ilk günahım değil, son da değil.


Ben kimim?

İlk travması ait olduğu yerden ayrılmak olan, kökleri yukarıda bir Tuğba’yım. Dünyaya köklenmek gibi ezbere doğrularla kendimi gereksiz yere yıllarca sıkıntıya sokan bir insan. Buradaki herkes öyle hatta.


Kimim ben?

Vaftiz edilen bir ufaklık var gözümün önünde. İsa’nın kızıyım ben. İsa dayım çok severdi beni, rahmetli. Ben de onu. Büyükannemin yanına geldim. Meryem Ana’ya. Tanrı’nın torunuyum. Hayatım, eski hayatlarımın izdüşümü.


Ben kimim?

Ya her şeyim, ya hiçim. Hangisiyim? Çözdükçe dolanıyorum, dolandıkça çözülüyorum.


Kimim ben?

Yolum. Bazen yokuş aşağı, bazen dümdüz, bazen virajlı, bazen dimdik. Bazen mıcır, patinaj çektirip duruyor. Bazen buzlu, ayağını kaydırıyor. Ama kenarları her zaman çiçekli.


Ben kimim?…


Dört günün yirmi dört saati bunu düşünüyoruz ve çok sıkı, disiplinli bir tekniğin kontrolünde bunu konuşuyoruz. Sabah 6’dan akşam 11’e kadar; 5-10 dakikalık molalarla. Yemek molalarımız bile maksimum 45 dakika.


Dyad pratiklerinde, yürüyüşlerde, kahvaltıda, çay içerken, yemekte, rüyalarımda bile soruyorum:

“Ben kimim?”


Yazdıklarım konuştuklarımın ve düşündüklerimin onda biri. Kim bilir sustuklarım onda kaçı? Bir de duyduklarım var. Peki ya yaşadıklarım? İçimde ve dışımda yaşadıklarım onda kaçı? Dört güne yaşamın, tüm kadim öğretilerin, felsefenin en önemli sorusunu sığdırmaya çalıştık. Tabii ki yetmedi cevaplar. Pratikler harici konuşmak yasak; telefon, internet, müzik, günlük, kitap yasak. Bu sorudan kaçmanı sağlayacak her türlü aktivite yasak. Tek bir soru: “Ben Kimim”


Şimdi buradan çıkınca ne olacak? Ne değişecek? Çok şey değişecek.


Değişimden korkmamam gerektiğini, Cosmoenergetica sistemine giriş yaptıktan sonra hayatımda “yıkım” gibi görünen ama aslında ince ayarların yapıldığı, beni muhteşem bir yola sokan kalibrasyon döneminde öğrenmiştim.


Peki hemen adapte olabilecek miyim? Galiba hiç dönmek istemiyorum. Burası cennetin prototipi gibi.

Ya da belki araftayız. Ölümle yaşamın arasında. Dağın tepesindeyiz. Yerle gök arasında. Hatta yerçekimsiz bir ortamdaymışız gibi.


Galiba dünyadaki tüm dertlerin sebebi yerçekimi. Tabii ki daha gerçek dünyaya ayak basmadan alışacağız; sessizlik inzivamızın bitmesinden saniyeler bile geçmeden alışacağız. Bu dünyanın kuralı bu. Girdap gibi çekiyor içine seni yerçekimi. Ama kafanı kaldırıp yukarı bakarsan, hatırlıyorsun. Ve yerçekimine sadece o zaman karşı koyabiliyorsun. Zen öğretisi sandığımdan daha zormuş. Bir o kadar da gerekli. Biz burada öldük ve tekrar doğduk.


Gelmeden bir gün önce, “ölüm–yaşam–ölüm döngüsü” sembolünü dövme yaptırmıştım. Hiç bilmeden. Bir döngüyü sonlandıracağımın farkında olmadan. Ama ruh bilir. Farkında olmadığın her cümlede, neden yaptığını bilmediğin her harekette Logos’un rüzgârı var.


Keşke bir fırsat olsa da tüm insanlar bunu deneyimleyebilse. Belki o zaman gölgelerimizle barışırdık. En az karşımızdaki insan kadar iyi, kötü, mutlu, küskün, huzurlu, vahşi, yalancı, korkak, suçlu, günahkâr, tövbekâr, salak ya da işe yaramaz olduğumuzu bilseydik; yargılamaya, küs kalmaya bile utanırdık.


Barışırdık.

Ve ışık olurdu.

Ve öyle de olacak. 🐌


3 Kasım 2024


ree


ree


ree


ree

1 Yorum


Levent Ünal
Levent Ünal
01 Kas

Muhteşem bir yazı.

Keyifle okudum. Devamını sabırsızlıkla bekliyorum.

Beğen

Yorum yapmak ve yeni yazılarımdan haberdar olmak için abone ol.🎋

  • Behance
  • Youtube
  • Instagram
  • Etsy

© 2025 by Tuğbanur Eroğlu

bottom of page